Minimalizm Günlüğü || "Ben Aslında Kimim?"

Öğrencilik dönemimde hiçbir zaman "çok derli toplu" bir insan olmadım. Aslında tertemiz, "temiz kokan" ev bana büyük keyif verirdi hep, ama erteleme ve keyif yapma özelliklerim bunun önüne geçerdi. Dekorasyon merakım olsa da, moda takip etmek gibi huylarım hiç olmadı. Marka takıntım da yoktu hiç, hatta pahalı şeyler almak yerine - daha ucuz ve daha çok çeşitli şeylere sahip olmak akıllıca gelirdi. 

İstanbul'dan Hollanda'ya taşınırken maaşımın yarısını büyük - taşınmamda kullacağım valizlere harcadım ve tam 8 büyük boy valizle gittim. Şu an bunu böyle yazınca tüylerim ürperiyor ama o zaman "Ya her şeyimi götüremezsem??" telaşı sarmıştı beni. O valizlerin bir kısmı aşağıda, dolap kenarında böyle bekliyor:



Bir dönem giysi alışverişi yaparken bir beden ufak alma klasiğim vardı; onlar beni gaza getirecek ve bir beden küçülecektim. Fakat nedense alışveriş yapmanın mutluluğu maksimum 1 gün sürdü ve beni hiç de gaza getirmediler. Olan zamanımı feda ederek kazandığım parama ve üzerime rahatça olmayan bir beden küçük - dolapta bekleyen kıyafetlere oluyordu. Üstelik dolabım tıka basa doluydu; ama ben tüm kışı toplasan aynı 6-8 parça kıyafetle geçirmiştim. Çünkü çok rahatlardı, çünkü onları giydiğimde çok iyi hissediyordum ve stilleri hoşuma gidiyordu. O dönem sadece böyle hissettiğim giysileri tutmam gerektiği fikri beni çok ürkütürdü.

Satın aldığımız eşyalar, bizi bir noktadan sonra ele geçiriyordu işin özü. Anı yakalamamızı engelliyor, insana hiç yoktan dert çıkarıyor; "sahip olma" zehrini kısacık alışveriş mutlulukları için akıtıp duruyordu. İşin ilginci, zamanla - sürecin hep aynı olduğunu gördükçe, alışveriş yapmanın beni mutlu edeceğine mutsuz ettiğini fark ettim.

Hollanda'da kendi evim oldu, heves ettiğim tüm dekorasyon ürünlerini alıyor, "1. dekorasyon konsepti kutusu, 2. dekorasyon konsepti kutusu" falan diye kutulara ayırıyordum. Çünkü stilleri başkaydı. O ara sormaya başladım, "Sahi, bu uzun şamdanları niye aldım? Ben sevmem ki böyle şey." 

Ben aslında kimdim?

Bir ara herkesin üstünde gördüğüm kürklü yeleklerden aldığımda, tabii ki asla giymedim. Aylar sonra dolapta görünce yüzümü buruşturup, "Yahu ben bunu neden aldım? Ben böyle şeyler giymem ki..." diye düşündüğümde de sordum, ben aslında kimim?

Güya bilinçli olduğumuzu sanıyoruz ama etrafımızı deli gibi sarmış reklam ve marketing dünyası aslında duygularımızı yönetiyor her gün. Reklamcılık okumuş biri olarak biliyorum ki, en klasik yöntemlerden biri "o ürünü siz istiyormuşsunuz gibi" hissettirmektir... Kimse kabul etmez çünkü başkasının gazıyla bir şeye yöneldiğini. O yüzden size kendi kararınız sandırılır çoğu şey.

Derken evi o kadar doldurmuştum ki, güya beni mutlu ettiğini iddia ettiğim o "şeyler", beni müthiş mutsuz etmeye başladı. Bir şey almışım mesela, üç rengi de çok hoşuma gitmiş (!) o yüzden üç tane almışım. Kimileri hala paketinde duruyor, "tamam ya hediye ederim" kafasıyla kendimi teselli etmeye çalışır olmuşum. Koltuk altındaki saklama yeri noel ağacı süsleriyle doluydu, salonun "asıl ben"e uygun stiline uymayan, eğreti duran garip süs eşyaları bir yerlere tıkılmaya başlanmıştı, hiç kullanılmamak üzere... Ve o kalabalık beni her geçen gün daha fazla boğuyordu artık.

İşte benim minimalizm hikayem, öncesinde maksimalist olarak başladı.

"Minimalizm, modern sanat ve müzikte, kökeni 1960'lara giden, sadelik ve nesnelliği ön plana çıkaran bir akımdır." diyor viki.

Sosyal manada minimalizm ise ne istediğinizi biraz daha geri plana atarak, neye ihtiyacınız olduğuna odaklanan; eşyalar satın almak yerine birikim yapıp paranızı tecrübe kazanmaya harcamak, daha sade ve anı yaşamanıza müsaade eden bir yaşam tarzı edinmek esasen...

Etiketlemeyi pek seven kimseler olarak, ben sosyal minimalizmin biraz kişiye bağlı olduğunu düşünüyorum. Fakat işin özünü anlamış olmak önemli bana göre... Yani neden minimalistim veya değilim sorularına cevap verebiliyor olmak önemli, ne istediğini bilmesen de ne istemediğini bilmek önemli.

Ve başladım atmaya, vermeye, hediye etmeye...

Şu zehir düşünce var ya "Ya ama belki şuna şu zamanda lazım olur...", önce o tutuyor insanı. Belki hakikaten 1 sene sonra lazım olacak o; ama inanın o minik ihtimal için 1 sene boyunca o eşyayı bir yerde tıkılı bırakmak yerine, olur da lazım olursa bir çözümü bulunur ve siz ferah ferah yaşamış olursunuz o zamana dek. İhtimalleri düşünürsek hiçbir şeyi atamayız, veya almadan edemeyiz zaten.

En değerli varlığımızı, zamanımızı verip kazandığımız parayı, saçma sapan eşyalara saçıyoruz... 

Bunu fark ettiğimde, yani mesela, bu pek de bayılmadığım eteği almak için 4.5 saat çalıştığımı hesaplayıp, değmediğini gördüğümde, bir aydınlanma daha yaşayarak devam ettim sürece.

Aylardır poşetlerce eşya, giysi, havlu, dekorasyon malzemesini elden çıkarıyorum. Ve bunu yaparken nasıl bu kadar istifçi hale geldiğimi görüp şok oluyorum. Biletleri, fişleri, poşetleri saklayan bir insanken, "at at at! görmek istemiyorum bunları etrafta" moduna soktu beni bu kalabalık.

Adım adım başladım sonra. Az az başladım elden çıkarmaya.

Çok alışveriş delisi bir insan olmasam da, Hollanda'da online alışverişi daha sık yapıyorum. Mailime gelen bültenlerin hepsinden çıkmaya başladım mesaj geldikçe. Benim "kendimi zaptetmem" çok gerekmedi çünkü zaten inanılmaz bıkmştım artık fazlalıktan. Belki sizin kendinizi zaptetmeniz de gerekir bu süreçte ama bunun farkında olmaz bile çok iyi bir başlangıç.


* Artık, az olsun öz olsun mantığını daha sağlıklı buluyorum. Daha yüksek kalite şeyler alıp, az öz, uzun süre kullanıyorum. 

* Bir şeye 6 ay ila 1 senedir hiç ihtiyacım olmadıysa elden çıkarıyorum.

* Bir giysi veya eşyayı elime aldığımda bana heyecan vermiyorsa, "bugün olsa gene alırdım" demiyorsam da onu elden çıkarıyorum çabucak.

* İleride kapsül gardrop hazırlamak istiyorum. Birkaç çok sevdiğim temel parça ile yaşamak yani... Aslında şu an yaptığım da o, sadece devamlı giydiklerimin 5 katı bekleyen saçma bir kalabalık da eşlik ediyor onlara dolabımda.

* Aynı işlevi yapan iki şeyin birini atıyorum. Mesela fark ettim de, şu mikserin bir klasik ucu var bir de fırfırlı farklı bir ucu var. Mutlaka bir işe yarıyordur ve bilenleriniz vardır ama ben hiç kullanmadım o ucunu, ne olduğunu bile bilmiyorum yıllardır ama "atılmaz" diye çekmecede bekliyor. Böyle şeyleri falan attım hep. İki tane patates ezici varsa birine elveda. Çekmeceler nefes aldı, ben de nefes aldım... Çok daha huzurlu olduğumu görüyorum artık.

* Az eşya daha kısa süren temizlik, size kalan daha fazla zaman da demek. Kendinize bu iyiliği yapmak ileride sizi çok mutlu edecek.

 Modern yaşamın zehrinden kurtulmak için her daim doğaya kaçardım. Bilseydim önceden yolun "eşyalardan" da geçtiğini... Artık dışarı çıktığımda "öylesine bir mağazalara bakınmaya" ve ihtiyacım olmayan şeyleri sepete doldurmaya değil, doğanın kollarına atıyorum kendimi.


 
İlk başta o "belki lazım olur" hissi insanı çok zorluyor ama kendinizi ikna edip gereksiz-fazla-ihtiyacınız olmayan şeyleri hayatınızdan çıkardığınızda, sanki ayaklarınıza bağlanmış taşı çözüyorsunuz. Müthiş bir haz veriyor insana, heyecan duyuyorsunuz, deneyin görün vallahi.

Şimdilik sadeleşme serüvenim böyle devam ediyor ve bunun bir süreç olduğunu, zaman istediğini biliyorum. Ama "doğru yolda olduğumu" da hissediyorum kesinlikle. En zorlandığım konu kitaplar ama "elime alıp bunu asla okumayacağım sanırım" dediğim kitap varsa onları da dağıtmaya başladım. Onun yerine beni tam anlamıyla yansıtan bir kütüphaneye dönüşmek üzere kitap seçmelerine de devam ediyorum.

Kültür olarak biriktirme, "atma lazım olurculuk", bir tutam gösteriş, bir tutam kompleks, bir tutam altın takayım görünsün, ve nicesi hamurumuzda olduğu için, bunun bir süreç olduğunu ve kendinizle savaşmanız gerekebileceğini tekrar anımsatayım. Bir şeyi senede 1 kez kullanıyorsanız, hayatınızda yer işgal etmeye pek de hakkı yoktur o şeyin aslında... Bikiniden falan bahsetmiyorum; evde iki kişi olup sekiz kişilik yemek masası almaktan, beş çeşit çatal bıçak takımına sahip olmaktan bahsediyorum mesela...

Yakında taşınacağız ve bunu beni çok heyecanlandırıyor; çünkü her şeyi atacağım. :)) O kadar zevkli ki bu şey, neyden neye dönüştüğümü görmek çok heyecanlı. Sadece çok hoşuma giden, gerçek ben'i yansıtan, ihtiyacım olan ve beni doyuran şeyleri bırakmak gayem. 

Bu arada Türkiye'de 120 metrekare ev "biraz küçüktü" benim için. Normali oydu o hayatın. Hollanda'da ise hayat genel olarak daha minimalist ve gösterişsiz olduğu için, burada evler de daha ufak. Şu an yaşadığım ev 60 metrekareydi ve mis gibi sığıyorum. Her şeyim tamam yani, üstelik temizlik de koca bir gün sürmüyor ve bu evde ayrı bir ikinci oda da var. Algımı değiştirmeye çok yardımcı oldu bu durum, alıştığımız doğruların aslında bizim doğrumuz olmadığını görebilmek çok büyüleyici bir süreçti. Hala öyle.

Böylece insan hem birikim yapabiliyor -ki çok önem verdiğim bir konu, insanı doyuran ve iyi hissettiren bir fiil- hem de harcanacak parayı eskiyen, heyecanı iki saate kaçan anlamsız "şeylere" akıtmak yerine misal gezmeye, gerçekten gitmek istediği yeni bir kursa, tatmak istediği bir tada harcıyor. Ki harcamak zorunda da değiliz devamlı, o para "batmıyor" bir süre sonra, dursun kardeş ne olacak diyorsun. :) Önce içimizde birikmiş satın alma, sahip olma katranını akıtmak gerekiyor... Ben de tam o süreçteyim sanırım. Ayrıca altını çizeyim, hayatım boyunca birikim yapmamış, bir kenarda 100 lira tutmayan bir insan olarak, para biriktirmek artık bana büyük bir haz veriyor. Yeri geldiğinde gerçekten değen bir şeye harcanabilir, çok daha kafayı kırmıyorum bununla, bakılır, ya da öyle durur. Ben onu en değerli şeyimle, "zamanımla" kazandım zira. 

Minimalizm Günlüğü devam edecek... Şimdilik bu durumdayım. Çok daha iyiyim. Çok daha fazla "yaşadığımı" hissediyorum. Çok daha fazla görünmez akımın pençesinden kurtulmaya başladığımı, anda kalabildiğimi... Keşif devam ediyor. Nasıl leziz bir balığı çok sosa baharata bularsanız asıl tadını alamazsınız, bu da öyle. Ivır zıvır aradan çıkınca hayatın kendisine odaklanmak da daha mümkün oluyor.

Böyledir sevgili okur...





Görüşmek üzere,
Melis

Yorumlar

  1. Merhabalar,

    Günümüzde minimalist yaşamın popülerlik kazanmasıyla birlikte bazı terimlere ve yaklaşımlara aşina olduk. Bu yaklaşımlardan biri de; Less is More. ”Az, çoktur” felsefesi. Bu yaklaşımın özünü ve ne anlama geldiğini, karantina süreciyle birlikte daha iyi kavradığımızı düşünüyorum. Çünkü karantina süreciyle birlikte tüketim alışkanlıklarımız da değişti. Birçoğumuz sahip olduklarımızla mutlu olmanın farkına vardık. ‘’Less is More’’ hakkında yazdığım yeni yazımı okumanız için izniniz olursa sizinle de paylaşmayı çok isterim: http://www.ebrubektasoglu.com/yazi/less-is-more-nedir/

    Sadelikle ve sağlıkla kalın.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar