Ayder Yaylası, Borçka, Trabzon Keşfi

Melerence'yi takip edenlerin anımsayacağı üzere, yaklaşık iki ay önce bir Doğu Karadeniz gezisi yaptım. Asıl amacım doğduğum yer olan Artvin - Borçka'yı görmekti; ardından Rize ve Trabzon'u da az çok keşfederek dönmüştüm. Lakin, doymak mümkün olmadı. Son birkaç gündür, bu defa daha uzun süre yine Karadeniz'in olağanüstü doğasında buldum kendimi; yine tek başıma, yine tek bir sırt çantasıyla. Hala bir sürü görmediğim yer var ki, en kısa zamanda arabayla gidilip keşfedilmeyi bekliyorlar içimde. 

Başlıkta gördüğünüz Rize'nin meşhur Ayder Yaylası, doğduğum yer Artvin'in Borçkası ve canım Trabzon'un sizi şaşırtacak ayrıntılarını ayrı birer yazı olarak da kaleme alacağım. Zira öyle güzel fotoğraflar çıktı ki ortaya, böylesi bir doğayı ve edindiğim anı & tecrübeleri paylaşmamak olmaz. Fakat dilerseniz, yine kısa bir özet geçelim fotoblog tadında; bakalım nasıl geçmiş bu cennetten gelme Doğu Karadeniz günlerim.

Daha önce yine yazmıştım bir defa; gerçekten yola çıktığıma inanmam şu sol üstteki tabloda uçuşumu görmemle olur hep. Tıkır tıkır yukarı çıkar o diğer uçaklar ayrıldıkça; sıra size gelir yavaş yavaş. O kadar özledim ki Trabzon'u, ilk başta direkt Ayder'e geçecek de olsam, orada bulunmak bile beni mutlu edecek. Derken 1,5 saati deviriyorum sabırsızlık içinde ve sol alttaki moro ile Trabzon'a merhaba diyorum. Yine boylu boyunca serilmiş uçsuz bucaksız bir Karadeniz, bahardan bir havayla buyur ediyor.


Kişisel araçla gelmediğiniz zaman, Doğu Karadeniz biraz acımasız olabiliyor bazı rotalar konusunda. Ama Ayder iyi ki ve maalesef oldukça turistik olduğu için buraya giden araç bulmak çok zor olmuyor. Trabzon Havalimanı'ndan Rize-Pazar'a geçiyorum Havaş ile. Pazar'dan da direkt Çamlıhemşin-Ayder dolmuşuna... Çamlıhemşin'i geçtikten sonra en son Ayder'e vardığınızı düşünün. Ayder'e dek cennetten çıkma bir doğaya doyacaksınız, öyle bir yeşille sarılı ki dört yan, betimlemek çok ama çok zor. Yol boyunca Hemşin Deresi sizi hiç yalnız bırakmıyor. Bu arada sol alttaki fotoğrafta da göreceğiniz, tam "Baya dağlara çıktık bak ya." derken bir ilkokul beliriyor sağımda. Burada baya şehir var, çarşı var; Ayder'e kadar araçla 40 dakika yukarı da tırmansanız böyle. Şahane bir şey.


Sonra Ayder'e varıyorum, hava kapalı-yağmur çiseliyor ve bu durum doğayı daha da cennet hale getiriyor. Dolmuştan iner inmez gelin tülü ve yerel ağızla bölgenin de adı olan "Tikço" dedikleri, dağlardan sızan suyu görüyorum. Gerçekten insanın başı dönüyor güzellikten. Hemen otele gideyim ki çıkayım bir an önce keşfe... Oberj Otel, "tuhaf" bir otel. Kendilerine böyle diyorlar, buranın kuralları var ve uymak zorundasınız. Misal üst kata asla ayakkabıyla çıkılmaz, "turist şımarıklığını" da pek sevmiyorlar. :) Ayder yazımda ayrıca bahsedeceğim bu matrak kurallardan da. Bu "tuhafiye oteli" de, ahşaptan odam da, manzaram da, doğa da mükemmel. Kokusu bile başka havanın. Ayder'e gelmeden hep aynı eleştiriyi duyuyordum, "çok turistik oldu oralar" diyorlardı; doğru. Tur otobüsleri, butik oteller, hediyelik eşya dükkanları her yerde. Bu konu için Ayder'de çektiğim kısa videoyu fotoğrafın altında bulabilirsiniz.



Ardından kendimi dışarı atıyorum, çok da açım! Önce biraz klasik hediyelik eşyaları karıştırıyorum. Sonra "Bizum Mutfak" isimli mekanda muhlama-çay ve laz böreği tatlısı koalisyonuna giriyorum. :) 


Bolca yürüyorum sonra. "Dumanlı dağlar" ne demek onu daha iyi anlıyorum; gerçekten olağanüstü bir görüntü bu devasa sis. Sırf bu yüzden bile gidilir Karadeniz'e, ne kadar ufacık bir varlık olduğunuzu daha iyi anlıyorsunuz. Resmen "yüce dağlar" karşınızda... Sol altta ne yapsam da uyanmayan, sisli dağlara karşı keyif yapan bir köpecik; sağ altta ise akşam yemeğim olmuş meşhur lahana sarması ve turşu kavurma var. Ayrıntıları yine Ayder yazısında olacak.


Ve akşam düşüyor; Oberj Otel'in yöneticilerinden Muhammet Bey çok şen bir adam. Giresun'dan gelen bir diğer aile ile oturup çalıp söylüyoruz. Bir ara İsrailli bir çift de geliyor, kemençeyi gösterip "Bunun adı ne?" falan diyor. :)) Böyle anlarda insan olmaktan keyif alıyorum. Derken sabah uyandığımda bir önceki gün akşam oldukça yere inen sisin her yeri kapladığını görüyorum, kusursuz bir görüntü... Kahvaltıdan sonra çayımı sisin içinde kaybolarak içiyorum dışarıda.


Sabah kahvaltıdan sonra toparlanıp en hakiki Lazların bulunduğu söylenen Ardeşen'e iniyorum. Otelin yöneticilerinden bir bey zaten inecekmiş aşağı, beni de bırakıyor sağolsun. Yolda da çok güzel bir sohbet ediyoruz, öyle dolu dolu insanlar ki. Derken, Ardeşen'den direkt Borçka arabası bulup yola koyuluyorum Artvin'e doğru. Her yanda Batum tabelaları; bu defa gidemedim tek başımayım diye ama pek özel biri var beklediğim, onunla gideceğiz Batum'a bakalım. Derken Çiftepınar Köyü'ne Borçka'ya çıkıp sayın Yaşar Patron tarafından çay ocağında çalıştırılıp, buz gibi kaynak suyunda bardak yıkatılıyorum. :)) Şaka bir yana keyif yaptığım kadar da çalıştım ve çok iyi geldi kafama ne yalan söyleyeyim. Yaklaşık 2 ay önce doğan enikcikler ayaklarımın arasında gezerken bir de muhlama patlattım ki sormayın. :)


Ardından diğer gün ciddi anlamda cennetten bir köşe olan Borçka deresinin içinden yürüdüm aşağı kadar, çay tarlasına 'gübre vurdum' ve bol bol nefes aldım. Buralardan da öyle güzel fotoğraflar var ki sabırsızlanıyorum yazmak için. Fotoğraflarda sağ üstte gördüğünüz çayın en taze hali işte. Mutluluk. :)


Ardından alabildiğine yeşile doyduktan sonra Trabzon'a doğru yola koyuluyorum. Bu defa çok daha uzun süre kalacağım ve içimdeki garip heyecan gittikçe artıyor. O kadar farklı bir his var ki bende Trabzon'a karşı; her bir adımda şaşırtıyor beni bu memleket. Pek sevdiğim akşam güneşi düşerken varıyorum şehre... Sabaha ise yine TS Park Otel'den meydana bakarak yapılan kuymaklı kahvaltının ardından, Trabzonspor ile Trabzon Müzesi'ne gidiyorum. Ayrıntısı Trabzon yazısında olacak, ikisine de hayran kaldım.


O günün akşamı daha önce şurada yazdığım Boztepe Balık Evi'nden canım Ayla Abla ve can ailesiyle geçiyor, öyle güzel insanlar ki. Diğer gün kızları Pınar bana şahane bir tur attırıyor şehirde. Onun beni götürdüğü yerler ve anlattığı o ancak oralı birinin bileceği ayrıntılara paha biçilmez işte. Özellikle bu yüzden Trabzon yazısını bekleyin derim, çok güzel fotoğraflar ve hikayeler geliyor zira. Bu güzel günde Kanuni Evi'ni ve Trabzon'un ilk kilisesi olan Küçük Ayvasıl'ı da ziyaret ediyoruz. Fakat kilise başıboş durumda. O kadar değerli bir eser ki, en azından kalan ikonalar derhal koruma altına alınmalı. Tarifi mümkün olmayan bir atmosfer var içeride.


Sonrası tam gaz devam Trabzon'a. Kemeraltı Çarşısı, bakırcılar, Alacahan derken kalaycı bir usta görüyoruz; ufacık bir dükkanda eski stil çalışıyorlar hala. Biz ilgilenince 'amma abarttınız' der gibi "E durun yapayım bir tane." diyor sağolsun. :)) Buradan işte şahane fotoğraflar çıktı. Ustamız bir süre İstanbul'da da çalışmış, sohbet ediyoruz ve İstanbul'u kesinlikle benden daha iyi biliyor. :) Derken sağ alttaki çok meşhur ama fazla da bilinmeyen bir pilavcıda geziyi kapatıyoruz; bu konu için ayrıca ve ayrıca yazacağım, lezzetten ölünürmüş hani. Üstelik çok da güzel - gerçek bir hikayesi var, pek yakında. :)


Trabzon'daki son günümün akşamını ise Ganita'da geçiriyorum. Burası deniz kıyısında pek meşhur bir çay bahçesi aslında; özellikle böyle sanatçı, yazar kişilikler falan takılırmış burada, bir de üniversiteliler. Ben gittiğimde öyle güzel bir yağmur başlıyor ki ruhun bütün kiri akıp gidiyor bir yandan. Sağ alttaki fotoğrafta bulunan yuvarlak kaya parçası da pek meşhur: Tombul (dumbul) kaya.


Böyle ve böyle, adeta zihnime reset atıp geliyorum İstanbul'a. O kadar çok şey var ki paylaşmak, anlatmak istediğim buralardan... Bir bir yazacağız bakalım; insan manzaraları, bol yeşil, huzurlu birkaç düşünce ve hayat arayanlara iyi gelebilir. Tekrar belirterek bitireyim, özellikle Trabzon'u mutlaka tanıyın derim. O kadar dopdolu bir şehir ki, neden tanıtılmıyor ve daha çok sahip çıkılmıyor anlaması güç. Biz sözde nispeten daha bilinçli sayıldığımız halde irdeleyip peşine düşünce öğrendim bunca güzelliğini, tarihini. Yakın zamanda bu üç rotada ayrıntısıyla buluşmak üzere diyelim.

Sevgiler,
Melis



Yorumlar

  1. Ne zaman Karadeniz fotoğrafları görsem hayran hayran yapışıyorum ekrana:)) Harika! Ben de yarı Karadenizli olarak (Batı Karadeniz) oralara gitmemiş olmamın pişmanlığı ile yaşıyorum. Umarım gideceğiz bir gün.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. O zaman daha bu hiçbir şey diyorum, öyle ama öyle güzel fotoğraflar çıktı ki ortaya önce hangisini yazayım kafam karışıyor. :) Özellikle Borçka ve Ayder'de tam doğanın kucağında, birden sis basıyor, yağmur hapsediyor insanı aniden derken gerçekten tam bir cennet Doğu Karadeniz. Gidip görünce modernliğine, insanının aklı başındalığına ve iyi kalpliliğine şaşıracağınızı da garanti ederim.

      Sil
  2. Çok şanslısın çok, hemde çok çok. :) Umarım bir daha Rize'ye yolun düşerse -ki düşer- Ayder'e gitme orası yazdığın gibi turizm mağduru oldu. :) Eğer gittiğinde haber verirsen ve bende memleketimde olursam seni İkizdere'de ağırlarım :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Vallahi bence de şanslıyım, ne denir şimdi! :) Ayder'e zaten "gitmedim demeyeyim" diye gittim açıkçası, 2. güne yapacak bir şey kalmıyor; huzur bulayım sadece desen, e o da kalabalıktan çok mümkün olmuyor. Rize'de daha o kadaar çok yer var ki gitmek istediğim, yolumun düşeceği mutlak. İkizdere'yi az çok duydum, cennet gibi bir yer orası da. Süper olurmuş denk gelse, haydi inşallah. :)

      Sil
  3. Artvin-Savsat Karagol de mutlaka gorulmesi gereken yerlerden. Savsat'ta Efkar Tepesi'ne cikip essiz manzarayi seyreylemeli insan.

    Ufak bir ek: Hollanda'da muhlama yapmak isteyip de Trabzon peyniri arayanlara guzelyayla.nl adresini oneririm. Hem tereyagi hem de kuymaklik peynir oldukca basariliydi.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Şahane bir ek olmuş bu bilgi, teşekkürler! Şavşat'ı çok övüyorlar, en kısa zamanda uzunca bir zaman ayıracağım oraya mutlaka.

      Sil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar