Simdi Sakin Ol ve Hırsını Yere Bırak.
Bu sabah 05:55'te kalktım.
Oturabilmek için önce 5-6 durak geriye gidip metrobüse bindiğimde saat 06:30'du. Tüyap Durağı'ndan Nişantaşı'na, ofise gittim. Sabah 08:30'dan, akşam 18:30'a kadar çalıştım. İstanbul trafiğindeki günlük bir miktar ölüşümün ardından eve vardığımda, saat 21:00'i geçiyordu. Yarın sabah aynı saatte çıkacağımı söylememe gerek yok herhalde... Üstelik bu aralar, bazı yazıları okurken gözlerimi kısıp, refleks olarak kafamı geriye çekip okumaya başladım. 22 yaşımı henüz bitirmedim bile; 50 yaşında gibi hissediyorum. Özellikle akşam olup, nihayet eve vardığımda, pis ve takatsizim.
Aslında, ofisi ve yapılan işi seviyorum. Dünya'da tüm bunlara ve hatta daha beterlerine, nefret ettiği bir iş ile sadece yaşayabilmek için katlanan kaç insan var biliyor musunuz?
ÇOK. Gerçekten çok.
Bir türlü hatırlayamıyorum kimin sözüydü bu... Şöyle diyordu;
Hayatınızın her günü, bir günün on saatini, masa başında çalışarak harcıyorsunuz. Sonuç? Yeni bir koltuk takımı.
Sahi... Ne yapıyoruz biz böyle?
Birileri, bir zaman, "üniversite" denen bir şey çıkarıyor; en güzel, en genç yıllarımızı o küçücük kalbin taşıyamayacağı bir strese bulayıp, temelli misafirimiz olacak hasarlar yaratıyoruz ruhumuzda. Bir sonraki sabaha uyanacağımızdan bile emin değilken, çıldırmış gibi koşturuyoruz, planlar yapıyoruz, pisliğe bulanıyoruz, resmen delirmişiz! Hırstan, daha fazlasını istemekten, dizilerde gördüğümüz bizim evin tamamından büyük banyosu olan evlere içten içte özenmekten, sürüne sürüne bu hayatta darp edilmekten aklımızı yitirmişiz artık.
Bizim ruhumuzdan pis olmasın, şu pis giysileri, boş cepleriyle köşe bucak gezen, o andan başka bir şey düşünmeden yaşamı keşfeden güzel adamlara deli gözüyle bakarken biz, aslında kafayı yiyenin sirk maymunu gibi giyinmiş, şu aynada gördüğümüz soytarı olduğunu unutalı çok olmuş. "Organik" ürün bulunca sevinç çığlıkları atar hale gelmiş, ne olduğu belli olmayan 'plastik' meyve sebzelere kalmışız. Balkonumuza sıkıştırdığımız iki aptal saksıda mutluluk aramışız; yemyeşil dağlar, bahçeler dururken. Sahi... Biz kendimize ne yapmışız böyle?
Oturabilmek için önce 5-6 durak geriye gidip metrobüse bindiğimde saat 06:30'du. Tüyap Durağı'ndan Nişantaşı'na, ofise gittim. Sabah 08:30'dan, akşam 18:30'a kadar çalıştım. İstanbul trafiğindeki günlük bir miktar ölüşümün ardından eve vardığımda, saat 21:00'i geçiyordu. Yarın sabah aynı saatte çıkacağımı söylememe gerek yok herhalde... Üstelik bu aralar, bazı yazıları okurken gözlerimi kısıp, refleks olarak kafamı geriye çekip okumaya başladım. 22 yaşımı henüz bitirmedim bile; 50 yaşında gibi hissediyorum. Özellikle akşam olup, nihayet eve vardığımda, pis ve takatsizim.
Aslında, ofisi ve yapılan işi seviyorum. Dünya'da tüm bunlara ve hatta daha beterlerine, nefret ettiği bir iş ile sadece yaşayabilmek için katlanan kaç insan var biliyor musunuz?
ÇOK. Gerçekten çok.
Bir türlü hatırlayamıyorum kimin sözüydü bu... Şöyle diyordu;
Hayatınızın her günü, bir günün on saatini, masa başında çalışarak harcıyorsunuz. Sonuç? Yeni bir koltuk takımı.
Sahi... Ne yapıyoruz biz böyle?
Birileri, bir zaman, "üniversite" denen bir şey çıkarıyor; en güzel, en genç yıllarımızı o küçücük kalbin taşıyamayacağı bir strese bulayıp, temelli misafirimiz olacak hasarlar yaratıyoruz ruhumuzda. Bir sonraki sabaha uyanacağımızdan bile emin değilken, çıldırmış gibi koşturuyoruz, planlar yapıyoruz, pisliğe bulanıyoruz, resmen delirmişiz! Hırstan, daha fazlasını istemekten, dizilerde gördüğümüz bizim evin tamamından büyük banyosu olan evlere içten içte özenmekten, sürüne sürüne bu hayatta darp edilmekten aklımızı yitirmişiz artık.
Bizim ruhumuzdan pis olmasın, şu pis giysileri, boş cepleriyle köşe bucak gezen, o andan başka bir şey düşünmeden yaşamı keşfeden güzel adamlara deli gözüyle bakarken biz, aslında kafayı yiyenin sirk maymunu gibi giyinmiş, şu aynada gördüğümüz soytarı olduğunu unutalı çok olmuş. "Organik" ürün bulunca sevinç çığlıkları atar hale gelmiş, ne olduğu belli olmayan 'plastik' meyve sebzelere kalmışız. Balkonumuza sıkıştırdığımız iki aptal saksıda mutluluk aramışız; yemyeşil dağlar, bahçeler dururken. Sahi... Biz kendimize ne yapmışız böyle?
İç geçirme... Harekete geç.
Birileri dünyaya, yüzyıllar boyu, çok ağır yalanlar söylemiş... Bugün, bu yalanlar 'gerçeğe' dönüşmüş, yaşamımıza "kural" olmuş. Öyle ki, artık o eski, asıl doğruları söyleyenlere deli muamelesi yapılıyor. Biliyorum, çalışmadan, para kazanmadan yaşanmıyor. Çalışmadan ömür de geçmez, esasen, "üretmeden"... Sadece sor kendine, yılda alacağın 20 günlük izinde mi duyacak tazeliğin kokusunu ruhun... Bu mu hayatının değeri? Bu mu kelebek ömürlü hayatımızın hakettiği? Bilmiyorum ne, ama acilen bir şeyler yapmalı. Ben binlerce ihtimalin arasından doğdum; bu eşsiz hayatı "yaşamak" istiyorum, "harcamak" değil...
Şimdi sakin ol ve hırsını yere bırak.
Beklentilerini en aza indir, ve, başla...
*
Yorumlar
Yorum Gönder